Neyse, konumuza dönelim. Geçen gün, ülkemizde ekranlara gelen ve benim “Kaçak” dizisinden sonra en beğendiğim yapım olan “Komiser Kolombo”yu canlandıran efsane oyuncu Peter Falk’ın 14. ölüm yıldönümüydü.
Ben de arşivimi karıştırdım ve 21 Eylül 2021’de kaleme aldığım “Komiser Kolombo 50 yaşında” başlıklı yazımı bulup okudum. Hoşuma gitti ve bu yazıyı yeniden özetleyerek Kolombo’nun günümüzdeki izlerini tekrar değerlendirmek istedim.
Bugünün yapay zeka çağında, süper kahramanların hüküm sürdüğü ekranlarda; kırışık bir pardösü, eski bir araba ve ince zeka hâlâ nasıl iz bırakıyor? Komiser Kolombo’nun sadeliği, şiddetten uzak ama derin anlatımıyla hâlâ neden fenomen olduğunu anlamaya çalışacağım.
Bu diziyi ilk kez 1981’de Amerika’da seyretmiştim. Hemen sarmıştı beni. O zamanlar “Kolombo” her gün yayınlanıyordu. Karakteri çok ilginçti: İtalyan asıllı, dağınık bir dedektif. Hırpani ve kirli bir pardösü, ellerinin üzerine kadar sarkan gömlek kolları, yağlanmaya yüz tutmuş bir kravat, bakımsız ve dağınık saçlar, belinden düşmek üzere olan eski bir kemer, dudaklarının arasından eksik olmayan puro… Zor çalışan, arada su kaynatan antika sayılabilecek bir otomobil ve olaylara giderken kendisine eşlik eden obez köpeği vardı.
Komiser Kolombo karakteri çok iyi tasarlanmıştı. Klasik dedektifler gibi uzun boylu, karizmatik ve yakışıklı değildi. Silahla işi yoktu, hatta taşımazdı. Sadece zorunlu durumlarda gösterdiği bir polis kimliği vardı. Adı Frank’tı ama dizide hiç kullanılmazdı. Ekrana gelmeyen karısına düşkündü ve yeri geldiğinde özellikle İtalyan yemeklerini çok iyi pişirdiğini söylerdi. Kılıbık sayılırdı. Kurbanlarına karşı unutkan gibi görünürdü ama onları zekice küçük ayrıntılarla tuzağa düşürmesini bilirdi.
Peter Falk bu rolle adeta özdeşleşmişti. Bir gözü takmaydı; bu nedenle karşısındakine renk vermez, başka bir yere bakıyormuş gibi görünür, bunu da koz olarak kullanırdı. “Komiser Kolombo” dalgınlığı, unutkanlığı, hatta şapşal görünümü ile genelde zengin olan katil zanlılarını umutlandırırdı. Ancak o umut, dedektifin iki parmağı arasındaki purosuyla alnını kaşıyıp “Yalnız bir şey daha var” demesiyle sona ererdi. Bu klişeleşmiş cümle, cinayetin çözüldüğünün habercisiydi. Zanlı, Kolombo’nun tuzağına düştüğünü anlardı.
Peter Falk sadece bir dedektifi oynamadı, tüm dünyaya dedektifliğin ne olduğunu öğretti. Suç ne kadar ustaca planlanmış olursa olsun, iyi analiz eden bir zeka, doğru yerde sorulan tek bir soruyla her şeyi çözebilirdi. Biz izlerken ipuçlarını görürdük ama anlamazdık. O son sahnede yapılan açıklamalarla,suçluyu yakalayınca, hepimiz şaşkınlık içinde kalırdık.
Ben tipik bir Peter Falk hayranıydım. 2007 yılında ödül almak için Roma’ya gelmişti. Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndaki törene akredite oldum. Özel hayatında da giyimine dikkat etmediğini bilirdim. Nitekim ceket giymemişti, resepsiyona blucinle katılmıştı. Hareketleri Komiser Kolombo’nun aksine sert ve fevriydi. Ödülünü aldıktan sonra “Benim burada ne işim var?” gibilerinden sağa sola hızla yürümeye başladı. Medyaya birkaç laf etti. Fotoğraf çektirirken “Çabuk ol” komutunu verdi. Bu sıra dışı davranışlarının Alzheimer hastalığının başlangıcı olduğunu sonradan öğrendik.
Bizi Komiser Kolombo tutkusuna sürükleyen Peter Falk, 23 Haziran 2011’de, artık bu dünyadan haberi yokken, aramızdan ayrıldı.
Peter Falk adını altın harflerle yazdırdı. Bize analiz, sabır ve zekanın ne demek olduğunu gösterdi. Ve o efsane cümlesiyle hafızalarımızda kaldı.
‘YALNIZ BİR ŞEY DAHA VAR’
Teşekkürler Kolombo.
.